Yargı Mensuplarının Görevlerine Son Verilmesine Karşı Açılan Davalarda Danıştay’ın Önceki İçtihatlarıyla İmtihanı
Yazar: Mehmet Hanifi BEKİ
- Genel olarak
İçtihat kelimesi Arapça kökenli bir kelimedir. Sözlüklerde bu kelime çaba göstermek, bütün gücünü kullanmak, ısrarlı olmak ve zahmet çekmek manasına gelmektedir. Hukuki manada içtihat, mahkemelerce verilen kararlarda bir sorunun çözümü için izlenen yolu ifade etmektedir. Diğer bir söyleyiş ile, yargının, benzer uyuşmazlıklarda aynı çözüm yolunu izleyip benzer kararlar vermesi ile bir çeşit yargı geleneği oluşturmasıdır. Bu sayede, toplum nazarında, mahkemelerin, benzer olaylarda, farklı kişiler için aynı kararları verdiği gözlemlenerek, mahkemelere olan inanç ve güvenin oluşmasında büyük katkı sağlamaktadır.
Yukarıda belirtildiği üzere, toplumun güveninin kazanılmasında mahkemelerin aynı maddi uyuşmazlıklarda benzer şekilde kararlar vermesi (içtihat oluşturması) büyük öneme sahiptir. Durum böyle olunca, Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı mercilerince içtihat oluşturulması ve bu içtihatlara bağlı kalınması çok daha elzemdir. Aksi takdirde, yargı yetkisini millet adına kullanan mahkemelere güven azalacak, amiyane tabirle “adamına göre muamele yapıyorlar” anlayışı hakim olacak ve yavaş yavaş mahkemeler, toplum nazarında meşruiyetlerini kaybetme noktasına doğru gideceklerdir.
İçtihatların idare hukukundaki yeri ise çok daha önemlidir. Çünkü, idare hukuku kodifiye edilmemiş, içtihatlara dayanan bir hukuk dalıdır. Bu açıdan, uyuşmazlıkların çözümünde mahkeme içtihatları ve yorumları önemli bir işlevi yerine getirmektedir[1]. Dolayısıyla, idari yargı mensuplarının somut uyuşmazlıklarda karar verirken; hukuk devleti ilkesi, adalet ve hakkaniyet gibi hukukun genel ilkelerini esas alarak uyuşmazlıklara ilişkin en adil çözümleri bulma gayesiyle, önceki içtihatlarını da göz önünde bulundurması ve bu içtihatlara uygun hareket etmesi gerekmektedir.
İşte bu yazımızda, Danıştay’ın, 15 Temmuz sonrası görevlerine son verilen yargı mensuplarına yönelik verdiği kararlarda, daha önceki içtihatlarıyla aynı doğrultuda mı hareket ettiği yoksa “adamına göre muamele mi?!” yaptığı hususu irdelenecektir.
- Danıştay Emsal Kararının Analizi
Danıştay, 04.09.2019 tarihinde, resmi internet sitesinde, yargı mensubu olarak görev yapmakta iken 667 sayılı KHK hükümlerine dayanılarak görevine son verilen davacının davasını hangi gerekçelerle reddettiğini yayımlamıştır. (E:2016/58016, K:2019/4157 sayılı karar) Söz konusu kararı incelediğimizde, Danıştay’ın ret kararını verirken şu içtihatları benimsediğini söyleyebiliriz:
- Ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlikeye karşı ivedi şekilde tedbir alınabilir. Bu kapsamda, idare tarafından, meslekten ihraca ilişkin işlemler tesis edilirken ilgililere, haklarındaki tespitler bildirilmek suretiyle karşı beyanda bulunma imkânı tanınmasına gerek yoktur. (Savunma hakkının kullandırılmasından vazgeçilebilir) Bu bilgi ve belgelerin dava aşamasında davacıya tebliğ edilmesi yeterlidir.
- 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca; hâkim ve savcıların meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin kararlar, disiplin cezası niteliğinde değildir.
- Yargı mensuplarının, 667 sayılı KHK’nin 3. maddesi gereği, “meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına” ilişkin kararlar kalıcı ve olağanüstü tedbir niteliğindedir.
- Üyelik ve mensubiyet olmasa da bu yapılara iltisaklı veya bunlarla irtibatlı bulunulması hâli de anılan tedbirin (göreve son verme) uygulanabilmesi için yeterlidir.
- Dava konusu işleme dayanak gösterilen tespitlerin, işlemin tesis edildiği tarihten sonra yapılmasında herhangi bir sakınca yoktur.
Şimdi, yukarıda belirtilen içtihatların, Danıştay’ın önceki içtihatlarıyla uyumlu olup olmadığını inceleyelim:
- Meslekten Çıkarmaya ilişkin kararların hangi kategoride olması gerektiği ve Savunma Hakkinin Kullandırılmaması Hususu
Burada öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken husus, yazımızın konusunu oluşturan, idarece yargı mensupları hakkında meslekte kalmalarının uygun olmadığı ve meslekten çıkarılmalarına ilişkin tesis edilen işlemlerin bir disiplin cezası niteliğinde olup olmadığı hususudur. Danıştay’ca, bu kararların disiplin cezası niteliğinde olmadığı beyan edilmiştir. Danıştay, bu şekilde bir içtihat oluştururken şu gerekçelere dayanmıştır: “Anayasa’nın 139. maddesinde, hâkim ve savcıların görevlerinin sona ermesi sonucunu doğuran işlemler, disiplin cezaları ve meslekte kalmalarının uygun olmadığı yönünde verilen kararlar olarak ikiye ayrılmıştır. 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun “Hâkimlik ve savcılık görevlerinin sona ermesi” kenar başlıklı 53. maddesinde de disiplin cezası niteliğindeki meslekten çıkarma işlemi ile hâkimlik ve savcılık görevinin sona ermesi sonucunu doğuran diğer işlemler ayrı ayrı belirtilmiştir. Dolayısıyla 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca hâkim ve savcıların meslekte kalmalarının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına ilişkin kararların, bu kişilere disiplin cezası verilmesine ilişkin kararlardan ayrı nitelikte olduğu konusunda duraksama bulunmamaktadır. “
Görüldüğü üzere, Danıştay’ın, bu içtihadı benimserken esas aldığı noktalar; Anayasa’nın 139’uncu ve 2802 sayılı Yasa’nın 53’üncü maddeleridir. Bir başka ifade ile, 667 sayılı KHK’nin 3’üncü maddesi gereği tesis edilen işlemlerin, Anayasa’nın yaptığı ikili ayırımda disiplin cezası niteliğinde değil de “meslekte kalmalarının uygun olmadığı” şeklinde olduğu, dolayısıyla, bu başlık altında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Danıştay tarafından kabul edilen bu içtihat, idareye, ilgililer hakkında herhangi bir disiplin soruşturması olmadan, gerekli bilgi ve belgeler toplanmadan, ilgili yargı mensubunun hakkındaki iddiaları, bu iddiaların dayandığı delilleri, üzerine atılı fillerin hukuki nitelendirmesini ve önerilen disiplin cezasını öğrenmesi sağlanarak savunma yapmasına imkân tanınmadan, binlerce hakim ve savcının tek bir işlemle görevlerine son vermesine olanak sağlamıştır.
Kanımızca, bu içtihat hukuki olmadığı gibi kanuni de değildir. Nitekim Anayasa’nın 139’uncu maddesinde yapılan bu ikili ayrımın sebebini ve Anayasa koyucunun gerçek iradesini tespit etmek için 2802 sayılı Yasa’nın sistematik olarak incelenmesi yeterlidir. Anılan Kanun’un 44’üncü maddesinde; “Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar ve meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır” hükmüne, “Hakimlik ve savcılık görevlerinin sona ermesi “ başlıklı 53’üncü maddesinin “a” fıkrasında; “Hakim ve savcıların, bu Kanun hükümlerine göre meslekten çıkarılmaları veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilmesi hallerinde görevleri sona erer.” hükmüne, 30’uncu maddesinde ise; “ Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yükselmeye layık olmadıklarına karar verilmiş olanlar, iki yıl sonra tekrar yükselme incelemesine tabi tutulurlar. Bir derecede iki veya bir sınıfta üç defa yükselmeye layık görülmeyenler hakkında, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca meslekte kalmalarının uygun olup olmadığına karar verilir. Bu karar verildiği tarihten itibaren uygulanır.” hükmüne yer verilmiştir.
Yukarıda alıntısı yapılan Kanun hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, “meslekte kalmalarının uygun olmadığı” ibaresinden anlaşılması gerekenin, belirli şartlar altında kademe veya derece ilerlemesi yapamayan yargı mensupları hakkında verilecek kararlara ilişkin olduğu açıktır. Bu nedenle, meslekten çıkarmalara yönelik tesis edilen işlemlerin dayanak alındığı olay ve olgulara bakıldığında, bunların adli soruşturmanın haricinde, bir disiplin soruşturması niteliğinde olduğu, disiplin hukukunun temel ilkeleri üzerinden nihayete erdirilmesi, dolayısıyla ilgililerin savunmalarının alınması ve akabinde gerekli şartları taşıması halinde göreve son verme işlemlerinin tesis edilmesi gerektiği hususunda duraksama bulunmamaktadır. Ancak, Danıştay’ca, ulusun varlığını tehdit eden genel bir tehlike olduğundan bahisle, durumun vahameti ön plana çıkartılmak suretiyle söz konusu içtihada meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Halbuki, herkesin bildiği üzere, mevcut olayda, hakkında soruşturma yapılan hakim ve savcının göreve devamının, soruşturmanın selametine yahut yargı erkinin nüfuz ve itibarına zarar vereceğine kanaat getirilirse görevden uzaklaştırma mekanizmasının işletilmesine engel teşkil edecek bir durum bulunmamaktadır. Zira, Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) tarafından bu mekanizma, 16 temmuzdan itibaren işletilmiş, binlerce hakim ve savcı doğrudan görevden uzaklaştırılmıştır. Ancak, görevden uzaklaştırma kararları verildiği halde, imkan bulunmasına rağmen, ilgililere, Anayasa ve yasalarca güvence altına alınan savunma hakkı tanınmadan, uyuşmazlığa konu göreve son verme işlemleri tesis edilmiş; Danıştay tarafından da önceki içtihatlarına aykırı olacak şekilde, bu durumun hukuka uygun olduğu, savunma alınmasına gerek duyulmadığı yönünde bir içtihat benimsenmiştir.
Savunma hakkı, Anayasa’da, ‘Kişinin Hakları ve Ödevleri’ başlıklı ikinci bölümünde yer alan ve temel haklar arasında sayılan bir haktir.[2] Hukukun Evrensel ilkeleri bakımından da insanlığın ortak değerlerinden sayılmaktadır. Anayasa’nın 129’uncu maddesinde belirtilen “Diğer kamu görevlileri” ibaresinden anlaşılması gereken meslek gruplarından birisi de yargı mensuplarıdır. Öte yandan, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 71’inci maddesinde; hakim ve savcılar hakkında, savunmaları alınmadan disiplin cezası verilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Nitekim Danıştay 12. Dairesi, 02.02.2017 günlü (E:2016/8889, K:2017/127) kararında; devlet memurluğundan çıkarma cezası teklif edilen davacı hakkında Yüksek Disiplin Kurulunca son savunması alınmadan tesis edilen işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı yönündeki içtihadı benimsemiştir. Kısaca, savunma alınmadan disiplin cezası verilemeyeceği hususu ilgili kanun maddelerinde açıkça belirtilmiş, Danıştay içtihatları ile de teminat altına alınmıştır.
Böylelikle Danıştay, bu uyuşmazlıklar yönüyle önceki içtihatları ile çelişmiştir.
- Meslekten Çıkarma Kararının Olağanüstü Tedbir Niteliğinde Olduğu Hususu
Danıştay 5. Dairesi, ilgili kararda ve E:2016/8196 sayılı kararında; 667 sayılı KHK’nın 3. maddesi uyarınca terör örgütlerine veya MGK’ce Devletin millî güvenliğine karsı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen yargı mensuplarının, “meslekte kalmasının uygun olmadığına ve meslekten çıkarılmasına” ilişkin işlemlerin, “geçici olmayan ve nihai sonuç doğuran olağanüstü tedbir” niteliğindeki işlemler olduğunu belirtmiştir. Ancak, Danıştay tarafından, “geçici olmayan ve nihai sonuç doğuran olağanüstü tedbir” ibaresinden hukuki olarak neyin anlaşılması gerektiği hususu söz konusu kararlarda açıklığa kavuşturulmamıştır.
Bu duruma ilişkin Danıştay’ın önceki içtihatlarını incelediğimizde karşımıza İçtihatları Birleştirme Kurulu’nun E:1988/6, K:1989/4 sayılı kararı çıkmaktadır. Anılan kararda Danıştay; sıkıyönetim komutanlarının istemleri üzerine işlerine son verilen memurların, diğer kamu görevlilerinin ve kamu hizmetlerinde görevli işçilerin, ilk kez kamu görevine girdikleri tarihte bu görev için yasa ve yönetmeliklerde öngörülen nitelikleri kaybetmemiş olmaları koşuluyla, işlerine son verildiği bölgede sıkıyönetim kalktıktan sonra, kurumlarınca eski görevlerine iade edilmeleri gerekeceği şeklinde bir içtihat oluşturmuştur.
Görüldüğü üzere, İçtihatları Birleştirme Kurulu, benzer bir olayda, sıkıyönetim komutanlarının tesis ettiği işlemlerin geçici ve sıkıyönetim süresiyle sınırlı olduğu, sıkıyönetim durumunun kalkmasıyla birlikte, ilgililerin mevzuatta belirtilen koşulları halen sağlaması durumunda, görevlerine iade edilmeleri gerektiğine hükmetmiştir.
2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 40’inci maddesinin son fıkrasında; İçtihatları Birleştirme Kurulu kararlarına, Danıştay daire ve kurulları ile idari mahkemeler ve idarenin uymak zorunda olduğuna hükmedilmiştir. Bu durum, yoruma yer bırakmayacak şekilde, kanun koyucu tarafından hüküm altına alındığı halde, Danıştay 5. Dairesi, söz konusu İçtihatları Birleştirme Kurulu kararının tam aksine bir içtihat belirlemiş ve ilgili kararında neden böyle aykırı bir içtihat belirlediği ile ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.
Dolayısıyla, Danıştay, yine, önceki içtihatlarının aksine bir içtihatta bulunmuştur.
- İltisak ve İrtibat İçtihadı
667 sayılı Yasanın 3’üncü maddesinde; yargı mensuplarından, terör örgütlerine veya Devletin millî güvenliğine karsı faaliyette bulunduğuna MGK tarafından karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilenlerin meslekten veya kamu görevinden çıkarılmalarına karar verileceği hususu düzenlenmiştir. Gerek anılan KHK’da gerekse OHAL döneminde çıkartılan diğer KHK’larda, KHK koyucu tarafından, iltisak ve irtibat terimlerinden hukuki olarak nelerin anlaşılması gerektiğine yönelik bir tanımlama yapılmamış, dolayısıyla bu durum yargı mercilerinin takdirine bırakılmıştır.
Buna göre, söz konusu iki terimin, Danıştay nezdinde, hukuki olarak ne manaya geldiğini anlamak amacıyla verdiği kararlar incelendiğinde, mahkemece, bu iki terime yönelik bir tanımlama yapılmadığı görülmektedir. Böylelikle, söz konusu iki terimin kapsamı olabildiğince geniş tutulmuştur. Haliyle, Danıştay’a göre, bankadan ev kredisi çeken, dershanelere giden, çocuğunu okullara gönderen, sendikaya veya Derneğe (YARSAV gibi) üye olan herkes irtibatlı veya iltisaklı olabilecektir. Nitekim, Danıştay’ın yargı mensupları ile ilgili verdiği kararlarda, yurt dışı eğitime gitmekten Yarsav üyeliğine, yıllık kurulu üyesi olmaktan EAJ (Avrupa Yargıçlar Derneği) tarafından destek amaçlı hakim ve savcılara gönderilen paralara kadar her şey iltisak ve irtibat kavramı içine sokulmuş, bu konudaki içtihat hiç bir sınırlandırma yapılmadan şekillenmiştir. Bu durum, açıkça, hukuki belirlilik ve güvenlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasa Mahkemesi, konuya ilişkin olarak; hukuki belirlilik ilkesinin, hukuki güvenlikle bağlantılı olduğu; bireyin, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmesi gerektiği, böylece kendisine düşen yükümlülükleri öngörebileceği ve davranışlarını belirleyebileceği; hukuk güvenliğinin ise, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kıldığı yönünde içtihat belirlemiştir.[3] Diğer taraftan, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun E:2006/1460 sayılı kararında; hangi fiillerin idari yaptırım gerektirdiğinin yasada açıkça tanımlanması, bunun doğal sonucu olarak bir yaptırım uygulanabilmesi için yaptırım uygulanacak eylemin belirli olması ve kıyas yoluyla yaptırıma başvurulamaması gerekliliği yönünde bir içtihat benimsenmiştir.
Anayasa Mahkemesi ile Danıştay’ın önceki içtihatları birbiriyle benzer nitelikte olmasına karşın, Danıştay 5. Dairesi, incelediğimiz kararda, yukarıda belirtilen içtihatların aksine irtibat ve iltisak kavramlarını belirsiz bırakmış, yine, önceki içtihatlarıyla çelişmiştir.
- İdari isleme dayanak alınan bilgi ve belgelerin işlemin tesisinden sonra tamamlanması hususu
Danıştay, irdelediğimiz kararında, konuya ilişkin olarak, davacının iddialarını karşılamak amacıyla; “…Dava konusu kararların dayanağı olan delillerin, davalı idare tarafından dava konusu işlemin tesisinden sonra tespit edilerek dosyaya sunulduğu anlaşılmakta ise de bu delillerin anayasal düzene sadakat yükümlülüğünün yitirildiğini ortaya koyan, geçmişe ilişkin olay ve olgular olduğu görüldüğünden dava konusu işlemin hukuka uygunluğunun değerlendirilmesinde dikkate alınabileceği” yönünde bir içtihat belirlemiştir. Ancak, idarenin, uyuşmazlığa konu ihraç kararlarını verirken yaklaşık 15 bin hakim ve savcıdan 5 bin tanesinin ismini nasıl ve ne şekilde belirlediği hususunu idareden sorma gereği duymamıştır.
Kanaatimizce, söz konusu içtihat, Danıştay’ın yukarıda benimsediği son dönem içtihatları arasında en vahim olanıdır. Zira, Danıştay, bu içtihadı benimsemekle kendi varlık sebebini ortadan kaldırmıştır. Şöyle ki; 2575 sayılı İdari Yargılama Usul Kanununun 2’nci maddesi uyarınca, idari işlemler yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuki denetime tabi tutulmaktadır. Bahsi geçen unsurlar arasında gösterilen sebep unsurunu ise idari işlem tesis edilmeden önce var olan, idareyi o işlemi yapmaya iten ve objektif hukuk kurallarınca benimsenmiş maddi veya hukuki sebepler oluşturmaktadır. 2575 sayılı Yasanın 1’inci maddesinde belirtilen yazılı yargılama ilkesi de göz önünde bulundurulduğunda, maddi veya hukuki sebeplerden anlaşılması gereken, göreve son verme işleminin tesis edildiği tarihte HSK’nın elinde var olan ve objektif hukuk kurallarınca benimsenen her türlü yazılı bilgi, belge, tespit vs. niteliğinde tesis edilen dayanak işlemlerdir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Danıştay’ın, HSK’dan, yargı mercii sıfatıyla sorması gereken soru şudur: “Göreve son verme işlemi tesis edildiği anda, 15 bin hakim ve savcı arasından 5 bin hakim ve savcının (rakamlar yaklaşık olarak söylenmiştir) tespiti hangi bilgi ve belgelere dayanılarak yapılmıştır?” Bu soru üzerine HSK’nın gerekli ve yeterli bilgi ve belgeyi sunamaması durumunda, uyuşmazlık konusu işlem sebep unsuruna aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmelidir. Göreve son verme işleminden sonra, idarenin, geçmişe yönelik olaylar ve olgulara ilişkin yapacağı araştırmalar sonucu dava dosyasına, sonraki tarihli belgeler sunması, göreve son verme işleminin sebep unsuru bakımından hukuka aykırı olmasını etkilemez. Kaldı ki, idare hukukunda böyle bir usul ve yöntem de bulunmamaktadır. Yani, önce işlemi tesis et, sonra dayanak bilgi ve belgeleri tespit edip mahkemeye gönder anlayışı idare hukukunun ruhuna ve mantığına aykırıdır. Bu yöntem bir nevi İstiklal Mahkemesi yargılamalarını çağrıştırmaktadır. O zamanki hakimler de “önce sanığın idamına, sonra tanığın dinlenmesine” karar vermişlerdir.
Kaldı ki, Danıştay’ın uzun yıllardan beri süregelen, istikrar kazanmış içtihadı da bu yöndedir. Örnek olarak Danıştay (13. D, 13.03.2019, E. 2018/1498, K. 2019/759) sayılı kararında: “İdare hukukunda sebep denildiğinde, idari işlemden önce gelen, idari işlemin dışında, idareyi böyle bir işlem yapmaya yönelten etkenler anlaşılır” seklinde hüküm kurmuştur. Doktrinde de aynı görüş benimsenmiştir. Örneğin, Yahya Kazım Zabunoğlu, (İdare Hukuku, Yetkin Yayınları, 2012, C. I, s. 349:) “…sebep öğesi, aslında idari işlemin kurulmasında, işlemin dışında, ancak kuruluş ile birlikte işlemin içinde ya da bünyesinde yer alır. Sebep öğesi, idari işlemin kurulmasından önceki aşamada gündemdeki yerini alır ve işlemin kurulması ile birlikte, deyim yerinde ise işleme dahil olur”. Seklinde fikir beyan etmiştir.
Sonuç olarak, Danıştay yine, bu konuya ilişkin olarak önceki içtihatlarının aksine ve tam tersi istikamette bir içtihat belirlemiştir.
- Sonuc
Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmiş, 2577 sayılı Yasa ile de kamu kurum ve kuruluşları tarafından kamu hukuku kuralları uyarınca tek taraflı olarak tesis edilen ve resen uygulanabilir nitelikte olan idari işlemlere karşı uyuşmazlıkların idari yargı mercilerinde çözüme kavuşturulacağı hüküm altına alınmıştır. Buna göre, idari mahkemeler, birey açısından, idarenin kamu gücü kullanarak, tek taraflı bir bicimde tesis ettiği tasarruflara karşı bir sigorta hükmündedir. Bu sigortanın patlayarak işlevini yitirmesi, bireyler yönüyle birtakım telafisi güç ve imkânsız zararlara yol açmakta ve Anayasa’da belirtilen hukuk devleti ilkesini derinden etkilemektedir.
İşte, Danıştay tarafından son dönemde benimsenen içtihatlar bireyin devlet karşısındaki yegâne teminatı ve dayanak noktası olan bu sigortanın patladığını göstermektedir. Bu nedenle, Danıştay’ın söz konusu içtihatlardan vazgeçerek hukuk devleti ilkesini yeniden tesis etmesi gerekmektedir.
[1]Atay, İdare Hukuku, s.43.
[2]Anayasa madde 129/2: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez.”
[3] Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164 sayılı kararı